October 23, 2025 SİNE-İ MİLLET
Dark Light

Blog Post

Kozmik Oda

Hasret Topçu’nun kaleminden…

Dün, İsrail İran’ı vurmaya başladı. Hâlâ âşık olmuş değilim. Madleen Gemisi’ndeki aktivistleri de serbest bırakmış Tel Aviv. Mısır, izin vermiyor protesto konvoyunun geçmesine. Soğumuş kahveden bir yudum daha aldım. Ders bittikten sonra trafiğe kalmasam bari. Telefona baktım, birkaç mesaj daha. Cevap vermeyeceğim.

  • Hocam yazmak neyi değiştirir? Diye sordu bir öğrenci. Koşarak büyük bir heyecanla geldi yanıma. Gülümsedim.
  • Sonra, haftaya …
  • Peki hocam, haftaya görüşmek üzere.

Aynı heyecanla el sallayıp Cerrahpaşa Hadımköy kampüsü yokuşuna doğru koşturdu. İçimde vicdan azabıyla arkasından baktım. “Keşke cevap verseydim, ya haftaya kalmazsam…” Fakat epey halsiz hissediyordum. Üç saatlik derslerimde hiç ara vermiyor, olabildiğince şey anlatmaya çalışıyordum. Ne için? Şiir yazsınlar diye mi?

  Hiç unutmuyorum, Bişkek’teyken bir Kırgız arkadaş “Sanki dünyayı sen değiştirecekmiş gibi yürüyorsun” demişti. Dünya ben kadar büyük bir “hiç” görmemiştir diye geçirdim içimden. Fakat renk vermedim. Gülüp geçmiştim söylediğine. İdealist tarafım beni terk etmiş değil ama elinden de tutacak metanetim kalmadı. Artık ideal -istiyorsa şayet – tutacak elimden. Menzile erken varmak için koşmanın yersiz olduğuna ikna olacak yaşa geldim. Büyüdüm demeye dilim varmıyor. Senin de varmayacak. Şükür ki utanma eşiğim hâlâ düşük. “Sen, kendini, seni görenlerin gözünden tanımlayabildiğin için hâlâ yaşıyorsun” diyorum kendime.  Bunu aklıma getirmeyi bir vicdan rahatlatma sayıyorum. Diyet biliyorum hatırlamayı havsalama. Yeterli olur mu emin değilim. Sanrılarım eylemlerimden kuvvetliydi. Bu yüzden olacak, bir hikayem yok benim. -Davranmak zordu, yazmayı seçtim. Bununla beraber yakıcı olan her duyguyla başa çıkgındır çehrem.

-Hocam merhaba, ıstırap ve sanat bağlamını biraz açar mısınız? Az önce değindiniz intiharlar, melankoli, ıstırabın üretkenliğe etkisi gibi…

Tüm bu kargaşanın içine doğan bir ışık gibi gelmişti sesi. Gözleri parlıyordu sorarken. Bu sefer cevap vereceğim.

-İsmet Bey, “Yardım et, Yardım et! Bana ilah mahvedecek bir uzuv lazım. Gel çabuk, beni üzüntünün koynunda beklet” diyor Şivekar’da. İnsan kederle -deyim yerindeyse- maya tutuyor. Tarkovski, insan olarak doğmuş olmanın büyük bir yara olduğunu söylüyor günlüklerinde. Beyrutlu Nizar’sa estetik söylemin bir yara olduğunu izah ediyor “Kelimelere Benzemeyen Kelimeler” de. Görüyoruz ki sanat, insanda ıstırapla açığa çıkan bir ‘uzuv’ hissi uyandırıyor. İnsanın bilmediği, daha önce varlığından bile haberdar olmadığı bir yerleri var. Mesela Michelangelo, mermeri oyarken orada bir acıyla sıkışmış bir meleği kurtarma çabasından başka bir şey düşünmüyordu. O, sadece zihnindeki ideal cisme uzuv ekleyerek bir yüce varlığa, insana benzetmeye çabalıyordu. Öyle ki “İnsan her şeyin ölçüsüdür” demişti Protagoras, Tanrı’nın yerine insanı koyarak, Platon’un reddiyesini vermişti zamanında. İdeanın önüne cisim ve ‘uzuv’ geçmişti yani.  İnsan, içindeki kapıyı çarparak çıkıp gitti. Vergilius, “Bir ok bağrıma saplanıp kaldı” derken müthiş kuvvetli bir esrimenin, insanın göğsüne saplı bir ok hissi uyandırdığını ifade ediyor. İnsanın bir yerleri acıyor. Hasılı, insanın görünmeyen uzuvları var. Ve dahası her türlüsünden sanat, tam olarak oralardan filizleniyor. Kimisi için bir delüzyon tabi. Bu çağda “cisim” moda. Cansız mankenler devri denmeli bana sorarsanız. İnsanın içiymiş, uzvuymuş, yok efendim ruhmuş, inançmış filan… Bunlar beş pare etmiyor. Ve fakat Sokrat’ı baldırana cebren itenlere ithafen, biz de bir şeyler duyuyoruz. Duramayız, onlar gibi yaşayamayız. Fakat onlarsız da olmaz büsbütün. Zira kendimizi tanımlayabilmek için ‘ötekine’ deli gibi ihtiyacımız var. Sanatçı, duramaz. Bu acı, bir mühür gibi sızlar içinde. Susamaz, çünkü sezgisi dürter onu. Tabi, neye yarar bilinmez.

Kahve bardağına bakarak içerisinde ne kadar kaldığına baktım.

-Öyle işte.

-Anladım hocam.

-Sevindim.

-Zor değil mi hocam? Sanatçı olmak yani.

-Duraklar kaçırıyorsun. Dalgınlık yapıyor tabi.

Gülümsedim. O da gülümsedi. Etrafa bakış attım. Yorgun olduğumu sezmiş gibi müteşekkir bir samimiyetle teşekkür edip arkasını dönüp gitti. Bakışında ince bir acıma sezmiştim. Son sorusunda kastı benden bir şeyler duymaktı. Beni merak etmişti aslında. Bugün olmazdı.

Orta farsça ’da bir deyim vardır. ‘Birinden ellerini yıkamak’ yani ‘mı dest-e xo şıto tora’ denir. Geçtiğimiz yılın sonlarından bu yana oldukça benimsediğim bir deyim oldu. Garip bir şekilde zihnimde yer edindi. Ellerimi kimilerinden yıkamış bulundum. En yakınımdan en uzağına değin çoğundan yıkadım, hatta kurtardım ellerimi. Bana bir altın fırlatıldı mesela. Gül cemaline şiir okuyup, teselli yağdırdığım, canan bellediklerimden cümle kurmaya bile tenezzül edilmeyen mesajlar aldım. İnsanın en korkulması gereken yanı, kırıldığı tarafıymış. Bu öfkeden bile daha tehlikeli bir evre bana sorarsanız. İstenilse dahi affedilemiyor bazı şeyler. İnsan canı çeke çeke sarılmak isterken, arkasına dönüp bakmadan yok olabiliyor. Oysa bahtımızda izi olmayanlardan eller yıkanmalıdır. Yüklük vasfı sadece fiziksel değildir. Fırsat maaliyetinin en mühim olduğu zaman dilimleridir bunlar. Size uzatılmayan dilimlerden lokma almak son derece abesle iştigaldir. Oysa onlarla merhametin sofralarında metaneti kucaklamak vardı. Oysa artık evdeki misafir odaları gibiler. Öyle bakma şimdi, insanlar bazen misafir odası olabilirler bizim için. Yeri gelince açılan, arada bir tozu alınan ve evin en değerli köşesiyken kimsenin kullanmadığı, kullanışsız ve iğreti bir oda pek tabii olabilirler, mümkündür.

Olsun.

Hava gittikçe turunculaştı. Göğsüm hiç olmadığı kadar ağırlık yapmaya başladı. Zar zor uyandığım bir günün keyifli bir anını yakalamıştım. Bu nadir olur bana. Etrafta hafif bir esinti, haziranın ıscacık rengi vardı. Görebiliyordum. Üzerimde müthiş bir kayıtsızlık ve halsizlikle arabaya yürümeye başladım.

Liseden beri kendime sıfatlar aramaktaydım. İnsanların sahip olduğu sıfatlara imrenen bir tarafım vardı. Bakış açımı eğittim mesela. Nakış açısı diyorum ona. Gördüklerimi nakış gibi ince ince irdeleyip gönderiyorum gönlüme. Hiçbir şeyi olduğu gibi göremiyorum artık. Perdeler aralamış gibiyim. Ama neydi ki, görmenin bedeli?

Beni ziyarete gelen biri vardı. Şimdi anımsadım da. Enes… iş istemek için gelmişti. Kim bilir nerede şimdi. Zihni bizimkinden farklı çalışıyordu. Dâhiydi bana sorarsanız. Ötekiler deli diyor. Tanrı’ya en yakın olanlardandı. O geldiğinde farklı bir enerji yayılıyordu odaya. Ona yemek ısmarlamak istemiştim. Etrafa bakarak konuşmaya başladı:

-Sen bana yemek ısmarlarsan ve ben de bunu kabul edersem nefsime daha kolay gelebilir. Sonra bana çalışmak zor da gelebilir. İş isteyince kimse ciddiye almıyor, az önce kovdular beni. Eğer kabul edersem, insanlardan yemek istemek daha kolay gelirse diye korkuyorum. Sen bu vebali alıyorsan kabul ederim hocam.

-Hmm, peki Enes, ya Allah bana, senin gibi bir insana ikramda bulunma fırsatı verdiyse ve seni bana getirdiyse? Ya sana destek olup olmamak benim sınanmamsa, hı? Bana güzel bir davranışta bulunma, iyilik yapma fırsatı vermeyecek misin? Ya Allah beni affetmek istiyorsa sen bir sebepsen?

Bunlar söylerken gözlerinin içi parlıyordu. Onu anladığımı fark etti.

  • Sana değersiz kağıtlar vereceğim. Değersiz olduklarını biliyorsun. Onlar değerli sanıyorlar, biz değil.
  • Sen benim gönlümü fethettin.

Acaba ne yapıyor şimdi Enes. Kim bilir nerede? Geçen öğrenciler selam verdiler. Başımla karşılık verdim. Demek açık seçik bir gönlü fethettim he. İran’da vurmaya başladı İsrail’i. Üst düzey adamları MOSSAD ajanı çıkmış. Hey gidi…

Pek keyfim yok. Dalgınlığım artıyor günden güne. Oldukça tuhaf zamanlar bunlar. Evet, paylaşmak yersiz. Hem insanın içi boşa mı var ki. Arabanın kapısını açmadan, henüz yarım bıraktığım şiirlerden biri geldi aklıma. Bir türlü tamamlayamıyorum.

İzaha çalışmak oldukça gereksiz

Anlatacaksam neden varlığın mühim gelsin

Tanrı zaten şahit

Öyleyse gidebilirsin

  Yola çıktım.

-Hasret Topçu-

Visited 69 times, 1 visit(s) today

Leave a comment

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir